Avrupa Birliği’ne (AB) üye ülkelerde aşırı sağ partiler ciddi bir yükseliş kaydediyor. Avrupa siyasetinin geleneksel partileri olan Sosyal Demokrat ile Hristiyan Demokratlar halkın değişim beklentilerine cevap veremiyor. Birbirlerine pek yakın bir politika güden Sosyal Demokratlar ile Hristiyan Demokratlar, zaman zaman Liberal Demokratlar veya Yeşiller’le kurdukları mecburi koalisyonlarla değişim beklentilerini biraz karşılayabiliyorlar. Ancak koalisyonu oluşturan siyasi partiler de kendi içlerinde koalisyonu sürdürmek adına, ılık, renksiz ve hiçbir siyasi felsefesi olmayan bulanık bir politika izliyor.
Almanya’da geçmişte yaşanan büyük koalisyonlar bunun en güzel örneği. Bugün bile Olaf Scholz hükümeti Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberal Demokratlar’dan oluşuyor.
Ancak Scholz’un partisi Sosyal Demokratlar’ın yasadışı göçle mücadele konusundaki sert söylemleri, Yeşiller’in çevreci söylemlerine rağmen enerji krizinde nükleer enerji yerine 6. nesil kömürü tercih etmeleri, Liberal Demokratlar’ın da Çin’den ithal edilecek olan elektrikli araçlara yasak getirme çabaları son derece ilginç. Ne Scholz sosyal demokrat görünüyor, ne Yeşiller çevreci, ne de FDP özgürlükçü liberal. Kamuoyu araştırmalarında da, üç siyasi partinin de halk desteği ciddi anlamda eriyor.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, merkez sol ve merkez sağ oylarının hepsini yaratmış olduğu girdapla topladı. Ancak bu girdap geleneksel merkez sağ ve merkez sol partileri neredeyse yok olma noktasına getirdi. Bu yüzden de Fransa’da Macron’dan memnun olmayan seçmen, daha radikal partilere oy vermek mecburiyetinde kalacak. Radikal sağ Ulusal Birlik Partisinin lideri olan Marine LePen’i tercih etmeleri biraz da bundan dolayı.
Keza Hollanda’da seçimleri kazanan liberal demokrat kökenli aşırı sağ yabancı karşıtı Geert Wilders, diğer siyasi partilerle koalisyon kurmak adına seçim esnasındaki söylemini biraz olsun yumuşattı. Bu sayede hem Liberal Demokrat ve Hristiyan Demokrat partiden kendi partisine gelen seçmenleri bir arada muhafaza etme çabasına girdi. Hem de ‘makul’ bir parti görünümüne bürünerek olası koalisyon ortaklarına zeytin dalı uzatmış oldu. İtalya’da Mussolini’ye hayranlığı sayesinde seçimleri kazanan ve başbakanlık koltuğuna oturan Giorgia Meloni, önce AB karşıtı söylemleri yumuşattı. Ardından da iktidarını sürdürmek amacıyla başbakanlığı belirleme yöntemini değiştirmek üzere yasal çalışmalara start verdi. Sandıktan en çok oy alan partinin liderinin başbakan olarak seçilmiş kabul edilmesini öngörüyor. Bu anayasa değişikliği kabul edilecek mi bilinmez. Macaristan’da da Başbakan Viktor Orban zamanının önemli bir bölümünü iktidarını ve hareketini kalıcı hale getirmeye harcıyor. İsviçre’de aşırı sağ sandıktan birinci parti olarak çıktı. İsveç ve Finlandiya’da yabancı düşmanı siyasi partiler kah koalisyona üyeler, kah hükümeti dışarıdan destekliyorlar. Belçika’da da halk seneye sandık başına gidecek. Ülkenin kuzeyinde bulunan Flamanlar, aşırı sağ partilerin bir tadına bakma niyetindeler sanki.
Bu çerçevede bir değerlendirme yapmak gerekirse eğer, AB’nin, Avrupa ülkelerinde yükselen aşırı sağ partileri engellemek amacıyla hoşlarına gitmeyebileceğini düşündükleri genişleme politikası gibi politikaları askıya alması, ötelemesi veya iki yüzlü bir siyaset izlemesi halinde, Avrupa kıtası yeniden ciddi bir krizin beşiği olabilir. Zira Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Bujar Osmani Politico’ya verdiği demeçte AB’nin Balkan ülkelerine verdiği AB üyelik sözünü yerine getirmemesi halinde, Balkanların alevlenebileceğini söyledi. Keza Ukrayna’nın adaylığının reddedilmesi de AB’yi etkileyecek olumsuz gelişmelere neden olabilir. AB’nin sözünün eri olması önemli. Siyasi rüzgar döndükçe politikasını gözden geçirmesi ise kitleleri karşısına alması demek.
Oysa AB tarihte cesur davranıp, kamuoyuna rağmen, kamuoyunun yararına politikalarında ısrarcı olduğu vakit her zaman başarılı oldu. Avrupa Ortak Para Birimi Euro veya Schengen vizesi bunun güzel örnekleri. Keza genişleme politikası ya da Eutelsat gibi kurumlar da öyle. EU Fast gibi acil insani yardım kuruluşu da cabası. AB’nin korkak değil cesur davranması, popülistlere meydan bırakmaması ve öteden beri belirlediği politikalarına sadık kalması önemli. Aksi takdirde popülist girdaba kapılıp, var olma sebebini de yitirir. Bu da çok büyük bir tehlike.